evim güzel evim - kısım 1

henüz aralık ayındaydık ve ev buz gibiydi. bizden daha yaşlı olan binanın yalıtımı yok denecek kadar azdı, hatta negatif yalıtım yapıyordu. kışın içerideki soğuk, yazın sıcak dışarı çıkamıyordu, ben de çevreye bu şekilde katkı sağladığımı düşünerek ve doğalgaz faturasına yüklü miktarda para ödeyerek mutlu oluyordum. soğuk yüzünden yatak odam olan en büyük odadan, en küçük, kullanmadığımız ıvır zıvır odasına taşındım. derken yakın zamanda bu soğuktan donacağımızı ya da organlarımızı satarak fatura ödemememiz gerektiğini fark eden ben, ev arkadaşım selçuk’la yeni bir ev bulma operasyonunu başlatmak için odalarımızda bulunan anahtar deliklerine boynumuzda asılı olan anahtarları yerleştirerek aynı anda çevirdik.

ertesi gün işten eve geç gelmiştim ve kapıyı açtığımda karşımda duran tekel 2000 kolisine anlam verememiştim. meğer ev bulma operasyonunu çok ciddiye alan ev arkadaşım, sabah erken kalkarak hayalimizdeki evi bulmuş ve taşınmamızın temsili için küçük bir koli almış hemen karşımızdaki bakkaldan. “deus evi buldum olm!” diyince bakmaya gittiği yerin eskiden oturduğum, tek tip kooperatif evlerinden oluşan mahalle olduğunu öğrendim ve hevesim biraz kaçtı. fakat bulduğu evin adeta çölün ortasında bir vaha olduğundan, evdeki amerikan mutfağın ve duşakabinin varlığından bahsettiği an eşyalarımı toplama işini yarılamıştım bile. yaklaşık 1 (bir) ay sonra, sınavlarımızı bitirip taşınmaya müsait olduğumuz ilk gün, 1 (bir) gün süren operasyonla, öğrenci evinden çok ailemle yaşadığım evi andıran cennet yuvamıza taşındık. taşındığımız akşam yiyecek bir şeyler almak için gittiğimiz bakkaldan, henüz düzenlemediğimiz evimize dönerken asansör kapısının açılmasıyla karşımızda, taşıma işlemi sırasında birçok kez farklı kıyafetler ve saç modeliyle karşımıza çıkan kızdan 4(dört) tane görünce selçuk’la birbirimize “doğru mu gördüm acaba?” dercesine bakarak, dumurdan dumura koşmuştuk.

yerlerde sürüne sürüne laminant zemini ve fayansların kenarındaki alçıyı temizledikten sonra, bizden önce sadece inşaat işçilerinin kullandığı banyo ve tuvaleti de kireç çözücü ve bilimum kimyasallarla kullanıma hazır hale getirdik. yazın selçuk daha yanıma taşınmadan “taşınınca ev öyle temiz, düzenli olsun ki kız evi gibi olsun” derdik. evle işimizi bitirip, bütün eşyaları yerleştirdiğimizde “kız evi” konseptinin çok ötesine geçtiğimizi fark ettik. ne ben, ne de o böyle bir kız öğrenci evi görmemiştik. sürekli silinip süpürülen yerler, temizlenen banyo, tuvaletler ve sürekli kullanılmasına rağmen hiç dolu olmayan bulaşık sepetiyle öğrenci evinin tabularını yıkmıştık.

yerleşmemizin üzerinden 10 (on) gün geçmeden bir öğle vakti çalan kapıyı açtım. karşımda pijamalarıyla duran, adeta taş gibi ,pijamalı esmer kızı görünce, içimden “oha! selçuk niye söylemedi böyle arkadaşı olduğunu? şerefsiz!” derken, arkamda beliren selçuk’un da kıza boş boş bakmasıyla anladım ki o da kızı tanımıyor.

adeta taş gibi pijamalı esmer kız: öğrenci misiniz?
ben: evet. (hala kendine gelememiş)
a.t.g.p.e.k: ya apartmanda wireless sinyali var da sizden geliyosa ortak kullanabilir miyiz dicektim…
ben: yok bizimki wirefull (abimle aramızdaki geyiklerden dilime dolanmış güzide kelime), eeğğ kablolu kullanıyoruz.
a.t.g p.e.k: peki o zaman iyi günler…
asansöre doğru giderken ardından bakakaldığım adeta taş gibi, pijamalı esmer kız beni hayatımın en büyük pişmanlığına sürüklemişti. adsl başvurusu yaparken görevlinin “kablosuz modem ister misiniz?” sorusuna “yok, teşekkür ederim.” cevabını verdiğime hiç bu kadar pişman olacağımı düşünmemiştim.

devam edecek...

pınar köfte (ya da öyle köfte olmaz olsun)



arkadaşım madem doğru düzgün şarkıyı yazamadın, daya müziği, daya köfteyle kendinden geçen çocukları! aynı mesajı çok daha normal ve insanı daraltmayacak şekilde ver! kısa versiyonda sadece şarkının ikinci kısmı var ki o kısım zaten asıl kötü olan bölüm. ne akılda kalıcı bir müziğin var; ne de hece ölçüsünün yakınından geçebilmiş, zorlamadan akıcı olan şarkı sözlerin. hele o en sondaki "pınar köfteleeeeğr" şeklindeki böğürüş...

advers etkiler (ya da nil karaibrahimgil)



kolbastı, bez bebek, cennet mahallesi... hiç biri beni bu kadar derinden yaralayamadı... diğerlerinden çok daha kısa sürmesine rağmen bu kadar etkili olması çok şaşırtıcı. onu yuvarlanan maden suyu şişelerinin üzerinden atlarken, kıçınla dev yeşil şişeyi iteklerken ve türlü türlü "neşeli" hareketlerini yaparken ilk gördüğüm an 15 (onbeş) kişilik dumuru tek başıma bir oturuşta yedim.

çıkış zamanında bir iki tane sevilen (ki onları da sevmemiştim) jingle yazmış olmasının, insanı "hadi babalar şu ürüne bi reklam çekelim!" denildiği an akla getirmesini anlayamıyorum. tamam lanet olsun jingle yap sadece ona da bir şey demiyorum ama şu neşeli, cıvıl cıvıl hareketleri bırak gözünü seveyim. eşek kadar kadın oldun hala gençlik dizilerinde oynayan orta yaşlı insanlar gibi kıpır kıpırsın. zamanında "aman butik şarkıcıyım, üniversiteli gençlerin yeni gözdesiyim" şeklinde takılırken, "bronzlaşmak" klibinde bikiniyle mal beyanında bulununca magazin programlarının da gözdesi oldun. daha sonra mini eteksiz göremez olduk seni, o kendine benzettiğin özgür kız karakteri yalan oldu çorap reklamında oynarken. romanese'nin bahsettiği "renkli göz ve beyaz ten" gibi mukaddes bir ikiliye sahip olmana rağmen, kendinden bu kadar nefret ettirebildiğin için ayakta alkışlıyorum seni pop-art tabiatlı insan.

eğer reklamını ilk gördüğümde elimde maden suyu şişesi olsaydı, ağır çekimde yere düşerdi, ki o derece iğrendirdin beni içtiğim maden suyundan. reklam yapmakla başarılı reklam yapmak arasında büyük bir farkın olduğunu görmüş olduk. demek ki neymiş, reklam insanı rezil de edermiş, vezir de.

eminim ki birçok insanımız nil karaibrahimgile olan nefretini dile getirmekte zorlanıyor, bu yüzden bir arkadaşımın yıllar önce hayata geçiremediği planı olan nefret platformunu blogger'da oluşturmaya karar verdim. yakında hizmetinizde olacak.


her yerde karadeniz esintisi (ya da kolbastı)



evde, işte, her yerde...

zamanında mahallenin muhtarları dizisinde laz şivesiyle konuşan oyuncular beni doğu karadeniz bölgesine düşman etmişti. fakat büyüdükçe gördüğüm şey bu insanların kendilerinden bıktıran bir sürü özelliği olduğu idi. inatçılıkları, kalın kafalılıkları, her yemeğin içine hamsi koymaları, ahşap yangın merdivenleri ve müzik anlayışları.

kemençe denilen müzik aletinden çıkmış güzel bir ses, şarkı duymadım bu yaşıma kadar. gıy gıy gıy gıy şeklindeki ses ile kombine gerçekleştirilen horon ise yan yana titremekten ibaret görünmüştür gözüme. sanırım bu durumu farkeden doğu karadenizliler "daha komplike bişey bulmalıyız!" diyerek hoptek ve kolbastıyı piyasaya sürmüşler.

kolbastı denilen şeyi ilk kez abimin düğününde (ekim '07) gördüm. düğüne trabzondan gelen misafirlerimizin isteği üzerine çalınan şarkıyla abla kardeş karşılıklı kolbastı oynamışlardı. keşke bu deneyim o günle sınırlı kalsaydı... daha sonra her şenlikte, her toplantıda, hatta yemekteyiz programının sürpriz kısımlarında bile kolbastı oynanmaya başladı. gündüz evde olduğum zaman ece erken'in "mavi şeker" adlı programında rastladığım "don-bastı" adlı yarışma ise beni benden aldı (amaç: meşhur kolbastı şarkısı çalarken yarışmacılar kolbastı oynuyorlar ve müzik durduğu anda hareketsiz kalmaya çalışıyorlar). fakat bu şeyi ilk gördüğüm haliyle arasındaki benzerlik o kadar azaldı ki yazıya dökemem hislerimi, o yüzden aşağıdaki videoyu koymayı uygun gördüm.



daha fazla fantastik kolbastı hareketi burada

gördüğünüz gibi kolbastı adlı tuhaf şeyde "şok hareketi" adı altında michael jackson'un thriller dansından esinlenilmiş, ilerleyen zamanlarda moonwalk ve smooth criminal lean ile karşılaşmak beni pek de şaşırtmayacak. eğer iki videoyu da izleyebildiyseniz sizi tebrik ediyorum...

hadi hepsini geçtim, dragon çalımı ne be adam!

die zauberflöte (ya da istanbul)



şubat ayında istanbul süreyya operası'nda izlediğim, uzun süredir paylaşmak istediğim ama zaman bulamadığım mükemmel eser: die zauberflöte (sihirli flüt).

ilk dönemin ardından staj yapmak için gittiğim (fakat yapamadığım, orası ayrı) istanbul'da ilk birkaç günüm kuzenimin bileğindeki sakatlık nedeniyle evde geçti. onun bu sakatlığı dolayısıyla yengemin çok önceden aldığı 4 (dört) opera biletinden birine konmuş oldum, ki zaten kuzen sakat olmasa da gitmezdi. yengem geleceğimi çok iyi bilmesine rağmen "deuscum gelir misin operaya yarın?" diye sordu, ben "hangi opera?" dedim, o da "sihirli flüt" dediği anda ben çoktan smokinimi giymek için odamın yolunu tutmuştum, fakat valizimi açtığımda smokinimi almadığımı farkettiğim an yıkılmıştım adeta.

sihirli flüt (1791) mozart'ın ölmeden önce bestelediği son eseri requiem'den (daha sonra uzun uzun bahsederim) önce yazdığı operadır. dönemindeki çoğu örneğinin aksine italyanca yerine almanca tercih edilmiştir. insanlar "para kazanmak için yaptı, italyanca daha iyiydi, bik bik bik..." şeklinde konuşsa da mozart ortaya çıkardığı bu üstün eserle insanların ağzını 200 yıldır açık bırakmakta.

süreyya operası'nda çok büyük kısmı orijinal diliyle sergilenen operada üstyazıda hiç aksama olmaması çok güzeldi, diğer gösterilerdeki izleyicilerden şanslıydık bu konuda. izlediğim yabancı versiyonlarına çok yakın performans gösteren sanatçılar takdiri hak etmekteydiler. özellikle nazlı deniz boran'ın gece kraliçesi rolünde seslendirdiği "der hölle rache kocht in meinem herzen" aryası dakikalarca alkış aldı ve bu çok zor ve meşhur aryayı bu kadar iyi seslendirmesi türkiye'de ne gibi cevherler olduğunu bize çok iyi göstermekte idi.

şubat ayında bulunduğumuz için izleyicileri üşütmeyelim diye sıcağın gözüne vuran görevliler yüzünden küçük kuzenimle döktüğümüz teri gören dayım bana doğru eğilerek kulağıma 3 (üç) kutsal değeri fısıldadı: "çıkışta... kokoreç, midye, bira... var mısın?". kendisi benim için hayatın anlamı olan bu yiyecekleri sıraladıktan sonra gösterinin sonunu zor getirdim.

çıkışta istanbul'un neresinde ne yenileceğini en iyi bilen insan olan dayım, bizi kadıköy'de söz konusu yiyeceklerle bir güzel besledi ve o cehennem sıcağından çıktıktan sonra, şubat ayında sokakta yemek yiyip soğuk bira içilebileceğini bize kanıtlamış oldu.

eve döndüğümüzde hepimiz şahaneydik, on numaraydık...

itici güç (ya da ata demirer)



evinde hiç ayna yok mu senin? şu biri adsl reklamında o koca göt-göbek ikilisiyle yaptığın hareketleri bir de ayna karşısında yap gözünü seveyim... senin o hantal, iğrenç vücudunla sadece karşımda durman bile yeterince iticiyken, neden bir de dans ettin be adam? neden evimde kullandığım biri adsl'i iptal etme noktasına getirdin beni?

dudaklarını uzata uzata şarkı söylemenden, mal duruşundan, o kocaman göt-göbek ikilinden, oynadığın her avrupa yakası bölümünden, stand up gösterilerinden, içinde olduğun her projeden ayrı ayrı nefret ediyor, mümkünse ortadan kaybolmanı istiyorum.

Hashi kullanarak Shinigami olmak (ya da Japon)


japonlukla tanışmam çoğu yaşıtımdan daha geç gerçekleşti. diğerleri ilkokuldayken tsubasa izlerdi, ortaokul ve lisede ise japon'a (yaşadığım yerde gençler, "wining eleven: goal storm" oyununa, maçtaki spiker japonca konuştuğu için japon demekteydiler.) giderdi. her ne kadar bu toplumu japonculuğa iten asıl faktör futbol gibi görünse de şöyle bir düşününce bu adamların futbolda herhangi bir başarısı ya da 3 (üç) 5 (beş) tane üst düzey futbolcusu aklıma gelmemekte. sanırım japona aşinalığım sadece televizyondaki dövüş (hatta döğüş) filmlerinde gördüğüm, çinli olmasına rağmen japon olduğunu düşündüğüm kung fu'cu insanlardan ibaretti. neticede uzak bir coğrafyanın insanıydılar ve gözleri kısmen çekik idi.

japon farklıdır; dünyanın çok farklı yerlerindeki 5 (beş) ülkeden birer adet insanı alın karşınıza ve sadece izleyin. japonun aradan hemen sıyrılacağına eminim. Belki de her insanın bilinçaltına yerleşen bir olgu bu, tıpkı S.'nin japon misafiri Yuki'yi oğluna gösterip "oğlum bak! japon!" diyen baba örneğinde olduğu gibi. hollandalı görse gösterir miydi oğluna? dişiyse kendisi bakardı, erkekse farkına bile varmayabilirdi.

benim için asıl hikaye Yuki ile tanışınca başladı...

aslında tanışınca değil de, S. onun gönderdiği hashilerden bir çifti bana verdiğinde başladı...

ya da hashileri almamla, okuldan bir arkadaşımın ısrarlarına dayanamayarak bleach adlı japon animeyi izlememin aynı zaman dilimine denk gelmesi daha etkili olmuş olabilir hikayenin başlamasında...

bir japonun günlük yaşantısının çok basit bir parçası olan hashiyi kullanmak için elime geçen her fırsatı değerlendirmeye başladım. elime geçen fırsatlar yetmedi, yenilerini üretmeye başladım. en sonunda ergen bir japon kadar hashi kullanma yetisine sahip oldum. artık sabahları daha fazla zeytin yiyor (zeytin yakalama konusunda çataldaki performansımın çok çok ötesindeyim), hatta çayıma şekeri bile hashi ile atıyorum. anime izlemek ve izlerken yeni bölümleri indirmek için elimde hashilerimle bütün öğünlerimi bilgisayar masama taşıdım, ki zaten bilgisayar başından güçlükle ayrılabilen bir insanımdır. ekranda shinigamiler (ölüm tanrıları) hollowları (kötü ruhlar) katanaları ile çatır çatır harcarken, ben yaptığım makarnayı, hashiyle yemek kolay olsun diye, derince bir tasa koyup hapur hupur yemenin keyfine varıyordum. animeyi de japonca dublajlı ve ingilizce dublajlı izlediğim için ufak ufak cümle yapıları hakkında fikir ediniyor ve kelimeler öğreniyordum.

anata wa shinigami desu ka?
watashi wa shinigami!
kore wa ii katana desu!

düşününce çok garip geliyor... ingilizce öğrenirken ingiliz kültürünü, rusça öğrenirken rus kültürünü pek merak etmiyor insan, ama japon başka bir şey; kendine çekiyor insanı, türlü türlü kanjiler ezberlemeye, kelimeler öğrenmeye, geleneklerini, yaşantılarını araştırmaya itiyor insanı... geleneklere bağlı kalmak, bilimde coşmak, drift gibi tuhaf bir araba yarışını icat etmek ve daha niceleri... tuhaflar işte...

evet, hashi ile nesquik mısır gevreği bile yedim... taneleri hashiyle hallettim ama kaseden sütü içmek için kaşık kullandım ayrıca... o kadar da japon olamam!