pınar köfte (ya da öyle köfte olmaz olsun)



arkadaşım madem doğru düzgün şarkıyı yazamadın, daya müziği, daya köfteyle kendinden geçen çocukları! aynı mesajı çok daha normal ve insanı daraltmayacak şekilde ver! kısa versiyonda sadece şarkının ikinci kısmı var ki o kısım zaten asıl kötü olan bölüm. ne akılda kalıcı bir müziğin var; ne de hece ölçüsünün yakınından geçebilmiş, zorlamadan akıcı olan şarkı sözlerin. hele o en sondaki "pınar köfteleeeeğr" şeklindeki böğürüş...

advers etkiler (ya da nil karaibrahimgil)



kolbastı, bez bebek, cennet mahallesi... hiç biri beni bu kadar derinden yaralayamadı... diğerlerinden çok daha kısa sürmesine rağmen bu kadar etkili olması çok şaşırtıcı. onu yuvarlanan maden suyu şişelerinin üzerinden atlarken, kıçınla dev yeşil şişeyi iteklerken ve türlü türlü "neşeli" hareketlerini yaparken ilk gördüğüm an 15 (onbeş) kişilik dumuru tek başıma bir oturuşta yedim.

çıkış zamanında bir iki tane sevilen (ki onları da sevmemiştim) jingle yazmış olmasının, insanı "hadi babalar şu ürüne bi reklam çekelim!" denildiği an akla getirmesini anlayamıyorum. tamam lanet olsun jingle yap sadece ona da bir şey demiyorum ama şu neşeli, cıvıl cıvıl hareketleri bırak gözünü seveyim. eşek kadar kadın oldun hala gençlik dizilerinde oynayan orta yaşlı insanlar gibi kıpır kıpırsın. zamanında "aman butik şarkıcıyım, üniversiteli gençlerin yeni gözdesiyim" şeklinde takılırken, "bronzlaşmak" klibinde bikiniyle mal beyanında bulununca magazin programlarının da gözdesi oldun. daha sonra mini eteksiz göremez olduk seni, o kendine benzettiğin özgür kız karakteri yalan oldu çorap reklamında oynarken. romanese'nin bahsettiği "renkli göz ve beyaz ten" gibi mukaddes bir ikiliye sahip olmana rağmen, kendinden bu kadar nefret ettirebildiğin için ayakta alkışlıyorum seni pop-art tabiatlı insan.

eğer reklamını ilk gördüğümde elimde maden suyu şişesi olsaydı, ağır çekimde yere düşerdi, ki o derece iğrendirdin beni içtiğim maden suyundan. reklam yapmakla başarılı reklam yapmak arasında büyük bir farkın olduğunu görmüş olduk. demek ki neymiş, reklam insanı rezil de edermiş, vezir de.

eminim ki birçok insanımız nil karaibrahimgile olan nefretini dile getirmekte zorlanıyor, bu yüzden bir arkadaşımın yıllar önce hayata geçiremediği planı olan nefret platformunu blogger'da oluşturmaya karar verdim. yakında hizmetinizde olacak.


her yerde karadeniz esintisi (ya da kolbastı)



evde, işte, her yerde...

zamanında mahallenin muhtarları dizisinde laz şivesiyle konuşan oyuncular beni doğu karadeniz bölgesine düşman etmişti. fakat büyüdükçe gördüğüm şey bu insanların kendilerinden bıktıran bir sürü özelliği olduğu idi. inatçılıkları, kalın kafalılıkları, her yemeğin içine hamsi koymaları, ahşap yangın merdivenleri ve müzik anlayışları.

kemençe denilen müzik aletinden çıkmış güzel bir ses, şarkı duymadım bu yaşıma kadar. gıy gıy gıy gıy şeklindeki ses ile kombine gerçekleştirilen horon ise yan yana titremekten ibaret görünmüştür gözüme. sanırım bu durumu farkeden doğu karadenizliler "daha komplike bişey bulmalıyız!" diyerek hoptek ve kolbastıyı piyasaya sürmüşler.

kolbastı denilen şeyi ilk kez abimin düğününde (ekim '07) gördüm. düğüne trabzondan gelen misafirlerimizin isteği üzerine çalınan şarkıyla abla kardeş karşılıklı kolbastı oynamışlardı. keşke bu deneyim o günle sınırlı kalsaydı... daha sonra her şenlikte, her toplantıda, hatta yemekteyiz programının sürpriz kısımlarında bile kolbastı oynanmaya başladı. gündüz evde olduğum zaman ece erken'in "mavi şeker" adlı programında rastladığım "don-bastı" adlı yarışma ise beni benden aldı (amaç: meşhur kolbastı şarkısı çalarken yarışmacılar kolbastı oynuyorlar ve müzik durduğu anda hareketsiz kalmaya çalışıyorlar). fakat bu şeyi ilk gördüğüm haliyle arasındaki benzerlik o kadar azaldı ki yazıya dökemem hislerimi, o yüzden aşağıdaki videoyu koymayı uygun gördüm.



daha fazla fantastik kolbastı hareketi burada

gördüğünüz gibi kolbastı adlı tuhaf şeyde "şok hareketi" adı altında michael jackson'un thriller dansından esinlenilmiş, ilerleyen zamanlarda moonwalk ve smooth criminal lean ile karşılaşmak beni pek de şaşırtmayacak. eğer iki videoyu da izleyebildiyseniz sizi tebrik ediyorum...

hadi hepsini geçtim, dragon çalımı ne be adam!

die zauberflöte (ya da istanbul)



şubat ayında istanbul süreyya operası'nda izlediğim, uzun süredir paylaşmak istediğim ama zaman bulamadığım mükemmel eser: die zauberflöte (sihirli flüt).

ilk dönemin ardından staj yapmak için gittiğim (fakat yapamadığım, orası ayrı) istanbul'da ilk birkaç günüm kuzenimin bileğindeki sakatlık nedeniyle evde geçti. onun bu sakatlığı dolayısıyla yengemin çok önceden aldığı 4 (dört) opera biletinden birine konmuş oldum, ki zaten kuzen sakat olmasa da gitmezdi. yengem geleceğimi çok iyi bilmesine rağmen "deuscum gelir misin operaya yarın?" diye sordu, ben "hangi opera?" dedim, o da "sihirli flüt" dediği anda ben çoktan smokinimi giymek için odamın yolunu tutmuştum, fakat valizimi açtığımda smokinimi almadığımı farkettiğim an yıkılmıştım adeta.

sihirli flüt (1791) mozart'ın ölmeden önce bestelediği son eseri requiem'den (daha sonra uzun uzun bahsederim) önce yazdığı operadır. dönemindeki çoğu örneğinin aksine italyanca yerine almanca tercih edilmiştir. insanlar "para kazanmak için yaptı, italyanca daha iyiydi, bik bik bik..." şeklinde konuşsa da mozart ortaya çıkardığı bu üstün eserle insanların ağzını 200 yıldır açık bırakmakta.

süreyya operası'nda çok büyük kısmı orijinal diliyle sergilenen operada üstyazıda hiç aksama olmaması çok güzeldi, diğer gösterilerdeki izleyicilerden şanslıydık bu konuda. izlediğim yabancı versiyonlarına çok yakın performans gösteren sanatçılar takdiri hak etmekteydiler. özellikle nazlı deniz boran'ın gece kraliçesi rolünde seslendirdiği "der hölle rache kocht in meinem herzen" aryası dakikalarca alkış aldı ve bu çok zor ve meşhur aryayı bu kadar iyi seslendirmesi türkiye'de ne gibi cevherler olduğunu bize çok iyi göstermekte idi.

şubat ayında bulunduğumuz için izleyicileri üşütmeyelim diye sıcağın gözüne vuran görevliler yüzünden küçük kuzenimle döktüğümüz teri gören dayım bana doğru eğilerek kulağıma 3 (üç) kutsal değeri fısıldadı: "çıkışta... kokoreç, midye, bira... var mısın?". kendisi benim için hayatın anlamı olan bu yiyecekleri sıraladıktan sonra gösterinin sonunu zor getirdim.

çıkışta istanbul'un neresinde ne yenileceğini en iyi bilen insan olan dayım, bizi kadıköy'de söz konusu yiyeceklerle bir güzel besledi ve o cehennem sıcağından çıktıktan sonra, şubat ayında sokakta yemek yiyip soğuk bira içilebileceğini bize kanıtlamış oldu.

eve döndüğümüzde hepimiz şahaneydik, on numaraydık...

itici güç (ya da ata demirer)



evinde hiç ayna yok mu senin? şu biri adsl reklamında o koca göt-göbek ikilisiyle yaptığın hareketleri bir de ayna karşısında yap gözünü seveyim... senin o hantal, iğrenç vücudunla sadece karşımda durman bile yeterince iticiyken, neden bir de dans ettin be adam? neden evimde kullandığım biri adsl'i iptal etme noktasına getirdin beni?

dudaklarını uzata uzata şarkı söylemenden, mal duruşundan, o kocaman göt-göbek ikilinden, oynadığın her avrupa yakası bölümünden, stand up gösterilerinden, içinde olduğun her projeden ayrı ayrı nefret ediyor, mümkünse ortadan kaybolmanı istiyorum.

Hashi kullanarak Shinigami olmak (ya da Japon)


japonlukla tanışmam çoğu yaşıtımdan daha geç gerçekleşti. diğerleri ilkokuldayken tsubasa izlerdi, ortaokul ve lisede ise japon'a (yaşadığım yerde gençler, "wining eleven: goal storm" oyununa, maçtaki spiker japonca konuştuğu için japon demekteydiler.) giderdi. her ne kadar bu toplumu japonculuğa iten asıl faktör futbol gibi görünse de şöyle bir düşününce bu adamların futbolda herhangi bir başarısı ya da 3 (üç) 5 (beş) tane üst düzey futbolcusu aklıma gelmemekte. sanırım japona aşinalığım sadece televizyondaki dövüş (hatta döğüş) filmlerinde gördüğüm, çinli olmasına rağmen japon olduğunu düşündüğüm kung fu'cu insanlardan ibaretti. neticede uzak bir coğrafyanın insanıydılar ve gözleri kısmen çekik idi.

japon farklıdır; dünyanın çok farklı yerlerindeki 5 (beş) ülkeden birer adet insanı alın karşınıza ve sadece izleyin. japonun aradan hemen sıyrılacağına eminim. Belki de her insanın bilinçaltına yerleşen bir olgu bu, tıpkı S.'nin japon misafiri Yuki'yi oğluna gösterip "oğlum bak! japon!" diyen baba örneğinde olduğu gibi. hollandalı görse gösterir miydi oğluna? dişiyse kendisi bakardı, erkekse farkına bile varmayabilirdi.

benim için asıl hikaye Yuki ile tanışınca başladı...

aslında tanışınca değil de, S. onun gönderdiği hashilerden bir çifti bana verdiğinde başladı...

ya da hashileri almamla, okuldan bir arkadaşımın ısrarlarına dayanamayarak bleach adlı japon animeyi izlememin aynı zaman dilimine denk gelmesi daha etkili olmuş olabilir hikayenin başlamasında...

bir japonun günlük yaşantısının çok basit bir parçası olan hashiyi kullanmak için elime geçen her fırsatı değerlendirmeye başladım. elime geçen fırsatlar yetmedi, yenilerini üretmeye başladım. en sonunda ergen bir japon kadar hashi kullanma yetisine sahip oldum. artık sabahları daha fazla zeytin yiyor (zeytin yakalama konusunda çataldaki performansımın çok çok ötesindeyim), hatta çayıma şekeri bile hashi ile atıyorum. anime izlemek ve izlerken yeni bölümleri indirmek için elimde hashilerimle bütün öğünlerimi bilgisayar masama taşıdım, ki zaten bilgisayar başından güçlükle ayrılabilen bir insanımdır. ekranda shinigamiler (ölüm tanrıları) hollowları (kötü ruhlar) katanaları ile çatır çatır harcarken, ben yaptığım makarnayı, hashiyle yemek kolay olsun diye, derince bir tasa koyup hapur hupur yemenin keyfine varıyordum. animeyi de japonca dublajlı ve ingilizce dublajlı izlediğim için ufak ufak cümle yapıları hakkında fikir ediniyor ve kelimeler öğreniyordum.

anata wa shinigami desu ka?
watashi wa shinigami!
kore wa ii katana desu!

düşününce çok garip geliyor... ingilizce öğrenirken ingiliz kültürünü, rusça öğrenirken rus kültürünü pek merak etmiyor insan, ama japon başka bir şey; kendine çekiyor insanı, türlü türlü kanjiler ezberlemeye, kelimeler öğrenmeye, geleneklerini, yaşantılarını araştırmaya itiyor insanı... geleneklere bağlı kalmak, bilimde coşmak, drift gibi tuhaf bir araba yarışını icat etmek ve daha niceleri... tuhaflar işte...

evet, hashi ile nesquik mısır gevreği bile yedim... taneleri hashiyle hallettim ama kaseden sütü içmek için kaşık kullandım ayrıca... o kadar da japon olamam!

güzel bir güne başlamak (ya da seçim gerginliği)


çok fazla uyuyan biri değilimdir, az ve öz olan uykum da fazlasıyla hafiftir. bu tuhaf özellikler silsilesi birleşince ortaya çıkan durum biyolojik dengemi bazı dönemlerde bir hayli sarsmakta ve beni ilaç kullanmaya zorlamakta. ne zaman çok geç vakitlere kadar uyanık kalsam, ertesi gün diğer çoğu insan gibi öğleden sonraya kadar uyumak istemişimdir hep. buna da her seferinde bir engel çıktı şimdiye kadar, ama bu sabahki engel gibisiyle karşılaşmamıştım...

"Baş koymuşum Türkiyemin yoluna
Düzlüğüne yokuşuna ölürüm
Asırlardır kır atımı suladım
Irmağının akışına ölürüm" doymayanlar için iki partisyonu daha var

karşı apartmanın altında bulunan mhp seçim bürosu sayesinde her sabah ilk ben duyuyorum bu şarkıyı herkesten önce, ne büyük şans... mhp'nin kahve gibi kullanılan seçim bürosunun hemen yanında akp seçim bürosu var, genelde boş içerisi ve onlar o kadar seslerini çıkartmıyorlar. zaten genelde akpliler her platformda sessiz ve derinden ilerleyip, işi bağladıktan sonra seslerini çıkartmaya başlıyorlar, şüphe çekmemeye dayalı bir nevi taktik bu...

yıllardır milliyetçiliğin marşı olarak bu şarkı kullanılmakta... her duyduğumda aklıma gelen yegane soru ise: neden?

bu adamın başka şarkısı yok mu? var. zamanında kablolu tv'de sürekli aynı şarkıları çalan kanallarda ara sıra başka şarkılarına ait tuhaf videolarını da görmüştüm... kâh cirit oynuyordu kâh atın üzerine sırt üstü yatarak ok atıyordu... kısacası tam bir türk erkeğinin olması gerektiği gibiydi kendisi...

sesi güzel bir milliyetçi şarkıcı yok mu? onu bilmiyorum, ama bu adamın olmadığını biliyorum...

kafamda hiçbir zaman bir yere oturtamadığım şeylerden birisi de seçim otobüsü. en sağcısından en solcusuna her partinin her seçimde kullandığı çok büyük kozlar olarak görülmekte. acaba doğru mu? bunu düşünenler bağırdığı zaman haklı olduğunu kabul ettirebileceklerini düşünenler mi? zaten sana oy verecek kitle belli, başkası o müziği dinleyince kafasındaki her şey değişip sana mı oy verecek? ankete oy vererek bu gerçeği aydınlatmama yardımcı olursanız sevinirim...

acaba uykumu gereksiz yere mi elimden alıyorlar? seçim bitse de manzaram biraz düzelse...

ah! tam bir aslan burcu erkeğisin!


"Eğer yalnız yaşıyorsanız yalnızlığınız birden bitebilir, İş ve para konuları ağır giden veya zor gelişen hatta umudun ötesine göçmeyen konular ya da bir konu aniden hızlanabilir. Yani toplam olarak birçok alanda hızlanma ve hareketler görülüyor. Özellikle de öğleden sonraki saatlerde. Ek sorumluluklar yüklenmemelisiniz. Çünkü kaldırabileceğinizden fazlasını zaten sırtınızda taşıyorsunuz."

yukarıda okuduğunuz pasaj bana bugün için uygun görülen burç yorumum. ben aslan burcuyum, siz belki başka bir şey... eğer editör gazetede bunu aslan değil de oğlak burcunun altına yazdırsaydı yanlışlıkla, acaba ertesi gün "düzeltme ve özür" kısmına bu yapılan hatayı yazma ihtiyacı duyar mıydı? hiç sanmıyorum.

tanışırken ilk olarak ismimi, ardından burcumu soran kızlar tanımıştım ve tabii ki dumur olmuştum.

işinden, okulundan çıkmış, akşamleyin gazetede bunu okuyan bir ikizler burcunun da "evet ya öğleden sonra çok yoğundum... keşke bilmem kimin projesine yardım edicem demeseydim ya... hayatım bu ara bayaa bi hareketlendi hakkaten" demesine şaşırmamalı ya da ben şaşırmıyorum en azından. o kadar yuvarlak ve genel ifadeler ki bunlar... sadece kendi burcunu okuyan birisi bu tahminlerin nereden çıktığını düşünmemişse bunu fark etmemesi doğaldır.

burç yorumlarının kaynağının ne olduğunu ilk düşündüğümde bunları yazan insanların ilham kaynaklarının yıldızların konumları değil de kendi götleri olduğunu düşündüm ve bunu hemen, en azından kendime, ispatlama ihtiyacı hissettim. ilk ulaştığım iki gazeteden kendi burcuma ait kısmı okudum. birisi günlük hayatın stresinin karmaşasının beni yoracağını söylerken, diğeri bana pastoral bir tatile çıkacağımı müjdelemekte idi.

diyelim ki bu yazılanlar gerçekten kendi uydurmaları değil, yıldızlara dayanılarak yazılıyor... "ulan aynı yıldıza bakıp farklı şeyi nasıl söylüyosunuz!?"a karşılık da "yıldız konumlarına farklı açıdan yaklaşıyolar... ondan, ondan..." diyelim. asıl soru burada karşımıza çıkıyor: bir yıldızın konumu ve hareket şekli, o yıldızla ilişkilendirilen burçtan bir insanın günlük hayat akışındaki abidik gubidik olayları nasıl etkileyebilir?

1. çıplak gözle görülebilecek bir mesafeden geçerek "aa yıldız kaydı :)" şeklinde çocukluğumuzdan kalma bir mucize olgusunu hatırlatır neşelendirir. ki zaten "yıldız kayması" denilen şeyin de yıldızlar değil de meteorlarla ilgili olması ise yıldızların gözümüzde değer kazanmasına neden olmuştur.

("meteor" kelimesini kullanırken TDK'dan kontrol etme ihtiyacı hissettim:
1- Atmosfer içinde oluşan sıcaklık değişmeleri, rüzgâr, yıldırım, yağmur, dolu vb. olaylara verilen genel ad.
2- Gök taşı.
ilk anlamın öncelikli olarak aklıma gelmemesi "acaba başkasının gelir mi?" diye düşünmeme neden oldu.)

2. güneş sisteminin dışında bulunan söz konusu yıldızın güneş sistemine dahil olma çabası. sanırım sadece ilgili burcun değil herkesin ortak sorunu haline gelir ve abidik gubidik değil de çok daha büyük bir değişikliğin habercisi olurdu.

rezzan kiraz ve adı aklıma gelmeyen daha niceleri... yıllardır sabah programlarında, gazetelerde boş beleş yer işgal ettiler... "yükselen burç" zırvasıyla da işi aylık periyodlardan dakikalık periyodlara taşıyarak (çok daha kesin, hata payı düşük burç yaftalamalarıyla) ayaklarının bulundukları yerden kaymamasını sağladılar. yükselen burç da öyle bir şey ki her kaynaktan alınan sonuç farklı bir burca işaret etmekte.

burç diyince akla gelen başka bir konu ise çin takvimi. çin halkı daha tuhaf ama kendi içinde daha tutarlı bir değerlendirme yapabilmekte; doğum yılına göre burç belirlemekteler kendileri. işin tutarlı yanı mantık olarak aynı jenerasyondaki bireylerin aynı olaylardan benzer şekilde etkilenmeleri. keşke ürettikleri taklit ürünlere de biraz mühendislik mantığıyla yaklaşabilse keratalar...

Fw: Fw: Fw: ( ya da üreme!)



"gelin bir milyon kişi toplayıp türk'ün gücünü tüm dünyaya gösterelim"
"her tıklamada 1 insan açlıktan kurtuluyor, gel sen de katıl" tarzı facebook grupları ve forward mail zincirleri... sizleri sevmiyorum...

forward;

bir gruba değil bir milyon, 1 milyar insan toplasan ne olur ki? türk'ün gücü "kavga var la!" diye adam toplamakla mı gösterilir? hem nedir bu güç saplantısı? acaba küçük yüzölçümlü doğu avrupa ülkeleri de kendilerini bizim gibi çok önemli, çok stratejik, "olmazsa olmaz" görüyorlar mı merak ediyorum. "hacı üzerimizde ne oyunlar oynanıyo bi bilsen!"

bir tek sana oynanıyor sanki...

forward;

forwardlanması istenen mailin forward sayısına endeksli bir yardım yapacak bir yardım kuruluşu olur mu? bunu hiç düşünmediniz sanırım.

forward;

facebook listemdeki arkadaşlarımı gerek görmediğim sürece hiç bir gruba yönlendirmiyorum. gerek görmekten kastım ise davetlerime iliştirdiğim "bakın süper geyik dönüyo" notu.

üstelik sadece ilgili arkadaşlarıma.

ama en sevdiğim: "her tık afrika'da bir çocuğa yiyecek ve giyecek olarak dönecek."

kendimi bildim bileli afrika'daki çocuklara yardım yapılmakta. kendimi 7 yaşında bilmeye başladığımı varsayarsak 15 yıldan fazla olmuş bu çocuklar yardım alalı. peki yardımın yanı sıra hiç mi ders almamışlar? bu çocuk aç bir anne babadan doğdu, büyük ihtimalle ebeveynlerinin de aynı şekilde doğduğunu söyleyebiliriz. açlık babadan oğula bırakılması gereken değerli bir miras olmadığını bilmemize rağmen bu insanlara biz balık tutmayı öğretmek yerine balık vermişiz, hatta balığın yanında da rakı vermişiz. o da karnı biraz doyunca kendini vermiş cinsele, vermiş cinsele... televizyonda gördüğüm benimle yaşıt o aç çocuk, kucağına aldığı bilmem kaçıncı çocuğuyla gözlerine sinekler konarak aynı kanalda karşıma tekrar çıkıyor.

tamam, onları kısırlaştırmak çok radikal bir sonuç olabilir ama bari korunmayı öğretin, "bakın siz çektiniz başkası çekmesin" desin birileri.

hatta afrika'dakilerle uğraşılırken birileri de türkiye'ye bir el atsın, kontrolsüz üreme diyince akla hemen kendi ülkem geliyor tabii ki. "allah onun da rızkını verir." saçmalığını ilk çıkartan kim acaba? "minimum maaşla açlık sınırında yaşarken ne demeye karın dur durak bilmeden hamile?" diye soran, aklı başında birileri olmamış mı hiç bu durumdakilerin çevresinde?

forward;

"erkek adamın erkek oğlu olur!"
senin karını, anneni, kızkardeşini sadece anneleri mi doğurdu? onların da erkek babaları vardı.

forward;

erkek çocuğu sahibi olmayı sayısal lotoyu kazanmaya eşdeğer görenlerin yaşadığı bir ülke burası. halbuki kabaca bir hesapla lotoda 6 tutturma ihtimali 0.000000001% iken erkek çocuk tutturma ihtimali 50%. aradaki farka bak ve tutturamıyorsan daha fazla deneme mümkünse... senin de oğlun olmasın kızın olsun.

- en az 3 çocuk istiyorum!
+ al da...

forward.