japonlukla tanışmam çoğu yaşıtımdan daha geç gerçekleşti. diğerleri ilkokuldayken tsubasa izlerdi, ortaokul ve lisede ise japon'a (yaşadığım yerde gençler, "wining eleven: goal storm" oyununa, maçtaki spiker japonca konuştuğu için japon demekteydiler.) giderdi. her ne kadar bu toplumu japonculuğa iten asıl faktör futbol gibi görünse de şöyle bir düşününce bu adamların futbolda herhangi bir başarısı ya da 3 (üç) 5 (beş) tane üst düzey futbolcusu aklıma gelmemekte. sanırım japona aşinalığım sadece televizyondaki dövüş (hatta döğüş) filmlerinde gördüğüm, çinli olmasına rağmen japon olduğunu düşündüğüm kung fu'cu insanlardan ibaretti. neticede uzak bir coğrafyanın insanıydılar ve gözleri kısmen çekik idi.
japon farklıdır; dünyanın çok farklı yerlerindeki 5 (beş) ülkeden birer adet insanı alın karşınıza ve sadece izleyin. japonun aradan hemen sıyrılacağına eminim. Belki de her insanın bilinçaltına yerleşen bir olgu bu, tıpkı S.'nin japon misafiri Yuki'yi oğluna gösterip "oğlum bak! japon!" diyen baba örneğinde olduğu gibi. hollandalı görse gösterir miydi oğluna? dişiyse kendisi bakardı, erkekse farkına bile varmayabilirdi.
benim için asıl hikaye Yuki ile tanışınca başladı...
aslında tanışınca değil de, S. onun gönderdiği hashilerden bir çifti bana verdiğinde başladı...
ya da hashileri almamla, okuldan bir arkadaşımın ısrarlarına dayanamayarak bleach adlı japon animeyi izlememin aynı zaman dilimine denk gelmesi daha etkili olmuş olabilir hikayenin başlamasında...
bir japonun günlük yaşantısının çok basit bir parçası olan hashiyi kullanmak için elime geçen her fırsatı değerlendirmeye başladım. elime geçen fırsatlar yetmedi, yenilerini üretmeye başladım. en sonunda ergen bir japon kadar hashi kullanma yetisine sahip oldum. artık sabahları daha fazla zeytin yiyor (zeytin yakalama konusunda çataldaki performansımın çok çok ötesindeyim), hatta çayıma şekeri bile hashi ile atıyorum. anime izlemek ve izlerken yeni bölümleri indirmek için elimde hashilerimle bütün öğünlerimi bilgisayar masama taşıdım, ki zaten bilgisayar başından güçlükle ayrılabilen bir insanımdır. ekranda shinigamiler (ölüm tanrıları) hollowları (kötü ruhlar) katanaları ile çatır çatır harcarken, ben yaptığım makarnayı, hashiyle yemek kolay olsun diye, derince bir tasa koyup hapur hupur yemenin keyfine varıyordum. animeyi de japonca dublajlı ve ingilizce dublajlı izlediğim için ufak ufak cümle yapıları hakkında fikir ediniyor ve kelimeler öğreniyordum.
anata wa shinigami desu ka?
watashi wa shinigami!
kore wa ii katana desu!
düşününce çok garip geliyor... ingilizce öğrenirken ingiliz kültürünü, rusça öğrenirken rus kültürünü pek merak etmiyor insan, ama japon başka bir şey; kendine çekiyor insanı, türlü türlü kanjiler ezberlemeye, kelimeler öğrenmeye, geleneklerini, yaşantılarını araştırmaya itiyor insanı... geleneklere bağlı kalmak, bilimde coşmak, drift gibi tuhaf bir araba yarışını icat etmek ve daha niceleri... tuhaflar işte...
evet, hashi ile nesquik mısır gevreği bile yedim... taneleri hashiyle hallettim ama kaseden sütü içmek için kaşık kullandım ayrıca... o kadar da japon olamam!
japon farklıdır; dünyanın çok farklı yerlerindeki 5 (beş) ülkeden birer adet insanı alın karşınıza ve sadece izleyin. japonun aradan hemen sıyrılacağına eminim. Belki de her insanın bilinçaltına yerleşen bir olgu bu, tıpkı S.'nin japon misafiri Yuki'yi oğluna gösterip "oğlum bak! japon!" diyen baba örneğinde olduğu gibi. hollandalı görse gösterir miydi oğluna? dişiyse kendisi bakardı, erkekse farkına bile varmayabilirdi.
benim için asıl hikaye Yuki ile tanışınca başladı...
aslında tanışınca değil de, S. onun gönderdiği hashilerden bir çifti bana verdiğinde başladı...
ya da hashileri almamla, okuldan bir arkadaşımın ısrarlarına dayanamayarak bleach adlı japon animeyi izlememin aynı zaman dilimine denk gelmesi daha etkili olmuş olabilir hikayenin başlamasında...
bir japonun günlük yaşantısının çok basit bir parçası olan hashiyi kullanmak için elime geçen her fırsatı değerlendirmeye başladım. elime geçen fırsatlar yetmedi, yenilerini üretmeye başladım. en sonunda ergen bir japon kadar hashi kullanma yetisine sahip oldum. artık sabahları daha fazla zeytin yiyor (zeytin yakalama konusunda çataldaki performansımın çok çok ötesindeyim), hatta çayıma şekeri bile hashi ile atıyorum. anime izlemek ve izlerken yeni bölümleri indirmek için elimde hashilerimle bütün öğünlerimi bilgisayar masama taşıdım, ki zaten bilgisayar başından güçlükle ayrılabilen bir insanımdır. ekranda shinigamiler (ölüm tanrıları) hollowları (kötü ruhlar) katanaları ile çatır çatır harcarken, ben yaptığım makarnayı, hashiyle yemek kolay olsun diye, derince bir tasa koyup hapur hupur yemenin keyfine varıyordum. animeyi de japonca dublajlı ve ingilizce dublajlı izlediğim için ufak ufak cümle yapıları hakkında fikir ediniyor ve kelimeler öğreniyordum.
anata wa shinigami desu ka?
watashi wa shinigami!
kore wa ii katana desu!
düşününce çok garip geliyor... ingilizce öğrenirken ingiliz kültürünü, rusça öğrenirken rus kültürünü pek merak etmiyor insan, ama japon başka bir şey; kendine çekiyor insanı, türlü türlü kanjiler ezberlemeye, kelimeler öğrenmeye, geleneklerini, yaşantılarını araştırmaya itiyor insanı... geleneklere bağlı kalmak, bilimde coşmak, drift gibi tuhaf bir araba yarışını icat etmek ve daha niceleri... tuhaflar işte...
evet, hashi ile nesquik mısır gevreği bile yedim... taneleri hashiyle hallettim ama kaseden sütü içmek için kaşık kullandım ayrıca... o kadar da japon olamam!