advers etkiler (ya da nil karaibrahimgil)



kolbastı, bez bebek, cennet mahallesi... hiç biri beni bu kadar derinden yaralayamadı... diğerlerinden çok daha kısa sürmesine rağmen bu kadar etkili olması çok şaşırtıcı. onu yuvarlanan maden suyu şişelerinin üzerinden atlarken, kıçınla dev yeşil şişeyi iteklerken ve türlü türlü "neşeli" hareketlerini yaparken ilk gördüğüm an 15 (onbeş) kişilik dumuru tek başıma bir oturuşta yedim.

çıkış zamanında bir iki tane sevilen (ki onları da sevmemiştim) jingle yazmış olmasının, insanı "hadi babalar şu ürüne bi reklam çekelim!" denildiği an akla getirmesini anlayamıyorum. tamam lanet olsun jingle yap sadece ona da bir şey demiyorum ama şu neşeli, cıvıl cıvıl hareketleri bırak gözünü seveyim. eşek kadar kadın oldun hala gençlik dizilerinde oynayan orta yaşlı insanlar gibi kıpır kıpırsın. zamanında "aman butik şarkıcıyım, üniversiteli gençlerin yeni gözdesiyim" şeklinde takılırken, "bronzlaşmak" klibinde bikiniyle mal beyanında bulununca magazin programlarının da gözdesi oldun. daha sonra mini eteksiz göremez olduk seni, o kendine benzettiğin özgür kız karakteri yalan oldu çorap reklamında oynarken. romanese'nin bahsettiği "renkli göz ve beyaz ten" gibi mukaddes bir ikiliye sahip olmana rağmen, kendinden bu kadar nefret ettirebildiğin için ayakta alkışlıyorum seni pop-art tabiatlı insan.

eğer reklamını ilk gördüğümde elimde maden suyu şişesi olsaydı, ağır çekimde yere düşerdi, ki o derece iğrendirdin beni içtiğim maden suyundan. reklam yapmakla başarılı reklam yapmak arasında büyük bir farkın olduğunu görmüş olduk. demek ki neymiş, reklam insanı rezil de edermiş, vezir de.

eminim ki birçok insanımız nil karaibrahimgile olan nefretini dile getirmekte zorlanıyor, bu yüzden bir arkadaşımın yıllar önce hayata geçiremediği planı olan nefret platformunu blogger'da oluşturmaya karar verdim. yakında hizmetinizde olacak.


her yerde karadeniz esintisi (ya da kolbastı)



evde, işte, her yerde...

zamanında mahallenin muhtarları dizisinde laz şivesiyle konuşan oyuncular beni doğu karadeniz bölgesine düşman etmişti. fakat büyüdükçe gördüğüm şey bu insanların kendilerinden bıktıran bir sürü özelliği olduğu idi. inatçılıkları, kalın kafalılıkları, her yemeğin içine hamsi koymaları, ahşap yangın merdivenleri ve müzik anlayışları.

kemençe denilen müzik aletinden çıkmış güzel bir ses, şarkı duymadım bu yaşıma kadar. gıy gıy gıy gıy şeklindeki ses ile kombine gerçekleştirilen horon ise yan yana titremekten ibaret görünmüştür gözüme. sanırım bu durumu farkeden doğu karadenizliler "daha komplike bişey bulmalıyız!" diyerek hoptek ve kolbastıyı piyasaya sürmüşler.

kolbastı denilen şeyi ilk kez abimin düğününde (ekim '07) gördüm. düğüne trabzondan gelen misafirlerimizin isteği üzerine çalınan şarkıyla abla kardeş karşılıklı kolbastı oynamışlardı. keşke bu deneyim o günle sınırlı kalsaydı... daha sonra her şenlikte, her toplantıda, hatta yemekteyiz programının sürpriz kısımlarında bile kolbastı oynanmaya başladı. gündüz evde olduğum zaman ece erken'in "mavi şeker" adlı programında rastladığım "don-bastı" adlı yarışma ise beni benden aldı (amaç: meşhur kolbastı şarkısı çalarken yarışmacılar kolbastı oynuyorlar ve müzik durduğu anda hareketsiz kalmaya çalışıyorlar). fakat bu şeyi ilk gördüğüm haliyle arasındaki benzerlik o kadar azaldı ki yazıya dökemem hislerimi, o yüzden aşağıdaki videoyu koymayı uygun gördüm.



daha fazla fantastik kolbastı hareketi burada

gördüğünüz gibi kolbastı adlı tuhaf şeyde "şok hareketi" adı altında michael jackson'un thriller dansından esinlenilmiş, ilerleyen zamanlarda moonwalk ve smooth criminal lean ile karşılaşmak beni pek de şaşırtmayacak. eğer iki videoyu da izleyebildiyseniz sizi tebrik ediyorum...

hadi hepsini geçtim, dragon çalımı ne be adam!

die zauberflöte (ya da istanbul)



şubat ayında istanbul süreyya operası'nda izlediğim, uzun süredir paylaşmak istediğim ama zaman bulamadığım mükemmel eser: die zauberflöte (sihirli flüt).

ilk dönemin ardından staj yapmak için gittiğim (fakat yapamadığım, orası ayrı) istanbul'da ilk birkaç günüm kuzenimin bileğindeki sakatlık nedeniyle evde geçti. onun bu sakatlığı dolayısıyla yengemin çok önceden aldığı 4 (dört) opera biletinden birine konmuş oldum, ki zaten kuzen sakat olmasa da gitmezdi. yengem geleceğimi çok iyi bilmesine rağmen "deuscum gelir misin operaya yarın?" diye sordu, ben "hangi opera?" dedim, o da "sihirli flüt" dediği anda ben çoktan smokinimi giymek için odamın yolunu tutmuştum, fakat valizimi açtığımda smokinimi almadığımı farkettiğim an yıkılmıştım adeta.

sihirli flüt (1791) mozart'ın ölmeden önce bestelediği son eseri requiem'den (daha sonra uzun uzun bahsederim) önce yazdığı operadır. dönemindeki çoğu örneğinin aksine italyanca yerine almanca tercih edilmiştir. insanlar "para kazanmak için yaptı, italyanca daha iyiydi, bik bik bik..." şeklinde konuşsa da mozart ortaya çıkardığı bu üstün eserle insanların ağzını 200 yıldır açık bırakmakta.

süreyya operası'nda çok büyük kısmı orijinal diliyle sergilenen operada üstyazıda hiç aksama olmaması çok güzeldi, diğer gösterilerdeki izleyicilerden şanslıydık bu konuda. izlediğim yabancı versiyonlarına çok yakın performans gösteren sanatçılar takdiri hak etmekteydiler. özellikle nazlı deniz boran'ın gece kraliçesi rolünde seslendirdiği "der hölle rache kocht in meinem herzen" aryası dakikalarca alkış aldı ve bu çok zor ve meşhur aryayı bu kadar iyi seslendirmesi türkiye'de ne gibi cevherler olduğunu bize çok iyi göstermekte idi.

şubat ayında bulunduğumuz için izleyicileri üşütmeyelim diye sıcağın gözüne vuran görevliler yüzünden küçük kuzenimle döktüğümüz teri gören dayım bana doğru eğilerek kulağıma 3 (üç) kutsal değeri fısıldadı: "çıkışta... kokoreç, midye, bira... var mısın?". kendisi benim için hayatın anlamı olan bu yiyecekleri sıraladıktan sonra gösterinin sonunu zor getirdim.

çıkışta istanbul'un neresinde ne yenileceğini en iyi bilen insan olan dayım, bizi kadıköy'de söz konusu yiyeceklerle bir güzel besledi ve o cehennem sıcağından çıktıktan sonra, şubat ayında sokakta yemek yiyip soğuk bira içilebileceğini bize kanıtlamış oldu.

eve döndüğümüzde hepimiz şahaneydik, on numaraydık...

itici güç (ya da ata demirer)



evinde hiç ayna yok mu senin? şu biri adsl reklamında o koca göt-göbek ikilisiyle yaptığın hareketleri bir de ayna karşısında yap gözünü seveyim... senin o hantal, iğrenç vücudunla sadece karşımda durman bile yeterince iticiyken, neden bir de dans ettin be adam? neden evimde kullandığım biri adsl'i iptal etme noktasına getirdin beni?

dudaklarını uzata uzata şarkı söylemenden, mal duruşundan, o kocaman göt-göbek ikilinden, oynadığın her avrupa yakası bölümünden, stand up gösterilerinden, içinde olduğun her projeden ayrı ayrı nefret ediyor, mümkünse ortadan kaybolmanı istiyorum.