seni tanımıyorum ama seni ölü istiyorum - I (ya da demet akalın)



dediğim gibi... seni tanımıyorum... ama kocaman diş etlerine, sürekli tatilden bahseden ve ayrılınan sevgiliye "artık umrumda değilsin" mesajı gönderme kaygılı şarkılarından, tf* olduğun için magazin muhabirlerine "yo yo yo, çocuk düşünmüyorum, hiç sevmem zaten" diyişine, her mikrofon uzatıldığında birilerine sataşmana sinir oluyorum. rica etsem dolaylı yoldan da olsa, girdiğin ya da seni soktukları hayatımdan defolup gider misin?

* testiküler feminizasyon (bu gerçeği ısrarla araştırınız.)

requiem for a dream (ya da sarılalım sıkı sıkı)

yönetmen: darren aronofsky

oyuncular: ellen burstyn, jared leto, jennifer connely, marlon wayans


bu film çevremdeki insanların bir kısmından ve internette orada burada okuduğum yazıların çoğundan öğrendiğim kadarıyla "ay çok süper film", "çok sarsıcı, beni en çok etkileyen film".

"peki bu filmin neyinden etkilendiniz?" diye sormak istiyorum bu insanlara:

- çevrenizdekilerden biri bu filmi izleyip, size "çok manyak film ya" dedi
- uyuşturucunun kötü bir şey olduğunu bilmiyordum bu film sayesinde öğrendim
- tv bağımlılığının kötü bir şey olduğunu bilmiyordum bu film sayesinde öğrendim
- aileme kötü davranıyordum, bu film bana bunun yanlış olduğunu gösterdi
- aslında izlemedim bile, ama herkes sevdiği için izlemiş, geri kalmamış numarası yapıyorum
- filmcilik açısından çok deneysel ve uç bir film idi

diyorsanız size kötü haberlerim var...

102 (yüziki) dakika boyunca gereksiz uzatılmış bu filmi size sadece 1 (bir) cümle ile özetleyebilirdim ve bundan da aynı sonuçları çıkartıp yaşamınıza o filmi izlemek gibi bir hatayı yapmadan devam edebilirdiniz. benimki biraz "ben yandım eller yanmasın" tarzı bir yaklaşım. alın size özet:

"uyuşturucu, para karşılığı seks, suç işlemek, aileye önem vermemek ve her türlü bağımlılık kötüdür."

bu cümleyi okumak 2 (iki) saniye sürüyor bende, e hadi ben biraz hızlı okuyorum başka birinde 3 (üç) - 4 (dört) saniye sürsün. 102 (yüziki) boş geçen dakikadan daha avantajlısınız değil mi? eğer yukarıdaki maddeleri bu filmi izlemek için bir bahane olarak görüyorsanız, özeti okuyarak cebimize attığımız fazladan zamanı "teletubbies" izleyerek geçirirseniz daha fazla şey öğrenebilirsiniz hayata dair.

batarken güneş ardından tepelerin, veda zamanı geldi teletubbielerin...

çantanın derinliklerinde... (ya da kırmızılı kadın)



- aa ne güzel bir elbise... yeni mi aldın?
+ (çantasından eşşek kadar 2 lt.lik şişeyi çıkartarak) hayır perwoll'le yıkadım!

çüş! iyi ki yanında "hatta bununla yıkadım!" diye çamaşır makineni getirmemişsin. bu tuhaf reklamı izlemem ve üzerine uzun süre "neden?"diye düşünmemden sonra hiç üşenmeden gittim, reklamın yönetmeniyle almanya'da bir röportaj yaptım...

d.e.m: merhaba, nasılsınız?
yönetmen: (bir yandan telefonu eline alarak) teşekkür ederim, siz nasılsınız? size ne ikram edeyim?
d: mümkünse çay...
y: yok siz ağır misafirsiniz, (sekreteri telefonu kapatmadan) kızım d. bey'e kahve yapın![geleneklerimizi gayet iyi bilmekteydi]
d: madem öyle, orta olsun bari o zaman...
y: orta olsun...
d: hemen konuya girmek istiyorum müsadenizle...
y: tabi...
d: neden?
y: ne neden?
d: (bir yandan kapıyı içeriden kilitlerken) anlamamış numarası yapmayın lütfen y. bey! bakın hala bey diyorum seviyeyi korumama yardımcı olun...
y: kapıyı kilitlediniz ama daha kahveler gelecekti...
d: (kilidi geri açarak) doğru...

*****
ortama sessizlik hakim oldu bir süre, sadece kahve fincanlarından çıkan çın ve onun höpürdeterek kahve içiş sesi... sekreter gelip fincanları aldıktan sonra ben de ona kapıya kadar eşlik ettim ve tekrar kapıyı üstümüze kilitledim.
*****

d: bak aslanım, sinirden taa türkiye'den geldim buralara... o nasıl reklam öyle!
y: durun bir dakika... cebinizde getirdiğiniz katlanabilir meşe odununa bakılırsa siz de buraya beni dövmek için geldiniz sanırım...
(dedektörlerden geçerken ötmesin diye organik bir dövecek kullanmayı düşünmüştüm ama bir şekilde görmüş... ama bozuntuya vermeden devam ettim)
d: bu ilk değil yani?
y: evet değil ve son olacağını da sanmıyorum... (ben ceketimi çıkarıp, kollarımı sıvarken devam etti...) herkes o reklamı yanlış anladı. ben aslında kültürümüzü insanlara tanıtmak istedim... (ofisinin camdan oluşan cephsine yaklaşıp, dışarıya bakarak) bizim oralarda (aşağı esslingen) bir adet vardır: kadınlarımız çantalarının içine ellerine ne geçerse atar ve evden o şekilde dışarı çıkarlar. ama genç kızlarımızın asi davranışları yüzünden asırlardır süren bu gelenek ölmeye yüz tuttu d. bey. ben de bunu reklamlarımda kullanarak biraz daha aşinalık ve albeni kazandırmak istedim. nesillerdir ailemizden üyeler aşağı esslingen'e belediye başkanlığı yapmakta ve benden, yönetmen olduğum için, bu çeşit spekülasyonlarda bulunmamı istediler. her şey bu yüzden oldu...

(odunu kılıfından çıkarırken bir an elim titremedi değil, sonuç olarak o geleneklerini sürdürmek istiyordu sadece)

y: bu reklamda amaç...

(ben de benimkileri...)

ne yaralarına pansuman yapmaya ne de belinde kırılan odunun kıymıklarını derisinden çıkarmaya mecali kalmıştı, uzun süren dayak faslından sonra yerde bile güçlükle yatabiliyordu... dayağını yerken bir kere bile bağırmamıştı, haykırmamıştı... sadece sessiz gözyaşları...



not: fiksiyondur. hayal ürünüdür.

bozuk atmlerin harika dünyası (ya da HSBC atm express)


2. dönemin yorgunluğunu eve geldiğimden beri camın önüne koyduğum bir masa, bir dizüstü bilgisayar ve internet bağlantısıyla atıyorum. fakat bu durumdan benden başka herkes rahatsız oluyormuş gibi geliyor. asıl amacı ele geçirmiş bulunduğum bilgisayarını geri almak olan annem sürekli "oğlum biraz gez, dolaş... bak hava ne güzel... arkadaşların gelmedi mi?", her msn'e girdiğinde beni online görmekten sıkılan arkadaşlarım ise "şu msn'i bırak artık, yeter!" diyerek beni bu rüyadan uyandırmak istiyorlardı, pek umrumda değildi... ama sonunda bugünün geleceğini de biliyordum... günler süren evden dışarı adım atmama rekorumu sırf bunun için bozmak zorundaydım... o kadar duş, giyinme, hazırlanma bunun içindi... bugün bankaya para yatırmaya gittim ve insanın parasıyla rezil olmasının ne demek olduğunu bugün anladım...

bankaya yaklaşırken 50 (elli) metreden önündeki 10 (on) kişilik güruhu görmek mümkündü. "napim ya, bi daha gelemem o kadar" diyerek kendine orada bekleme sabrı kazandırmaya çalışsam da , yan yana duran 2 (iki) atm'den birinin bozuk olduğunu görmemle içimden "yok artık!" demem bir oldu. önümde ilerleyen amca dönüp "efendim?" diye sorunca farkettim ki aslında ben dışavurumcu bir kişiliğe sahipmişim... "yok amca sana demedim" diyerek kalabalığa en dış taraftan usulca yaklaştım. her zaman olduğu gibi kendi kendine konuşurmuş gibi yapıp "biz iki saattir burda duruyoruz... şuna bak hemen geldi yatırdı gitti"duyurusuna cevap olarak geleneksel "onun arkadaşı burda onun yerine duruyodu"...

bu hengâmenin ötesinde diğer kasanın niye çalışmadığını sorgulamıyorum bile. biliyorum ki "olur öyle...". birileri mutlaka içeriye girip gerekli şikayette bulunmuştur, sonra "büyük iş kadını" havasına bürünmüş, alabildiğine makyajlı, topuklu ayakkabı müptelası (daha doğrusu çok ses çıkartarak yürüme bağımlısı), kolumun girmeyeceği kadar dar bir pantolona sığmaya çalışmış sayın banka çalışanı bayan bu meseleyle ilgileneceğini "çok meşgulum ama madem ihtiyacınız var bana, madem her şey bana bağlı o zaman tamam" dercesine belirtmiştir. bundan dolayı içeriden gelen patır kütür tarzında, bozulan cihaza vurunca düzelir mantığının yankısı olan seslerin kaynağını sorgulamıyorum bile. tamirin ardından malum bayan dışarıya çıkarak gerekli para transferini özel bir kartla yapar ve diğer sıranın ortalarında bekleyen bir gence "gel sen dene burda işlem yapmayı" der.

bu noktadan sonra algı dünyanızın sınırlarından çıkmayı öneririm, ben yapabilseydim o an bunu, çok daha iyi olurdu... gencin cevabı etkileyiciydi:

"yok ben bişey yapmicam"

nasıl ya... çekindi herhalde diye düşündüm veya o da kıza sinir oldu o yüzden yapmıyordur diye düşündüm.

yanılmışım...

sırasında beklemeye devam etti, sıra kendisine geldi, yanında kimse yoktu, bir kenarda, sıradan hafif kaçık bir mesafede, öyle boş boş beklemişti bu zamana kadar. sonra sıra kendisine gelince atm'nin karşısında durdu, tuşlara bile basmadı... döndüp gitti...

"bunu acaba bir tek ben mi farkettim" diye düşündüm, herkes "aman araya kaynamasınlar, sıra şaşmasın" gibi şeylerin peşindeydi. sanırım evet, sadece ben farkettim...

süper aile (ya da hayatımın dumuru)


ilkokulu boşverin... çok erkendi, bir tarza gerek yoktu... ama ortaokul hazırlık sınıfında klavye çalmaya başlamamın da büyük etkisiyle klasik müziğe merak sardım. 1-2 sene sonra daha yeni ingilizce öğreniyor olmanın verdiği hevesle inglizce şarkı dinleme ihtiyacı belirdi bünyemde (ki şu anda sahip olduğum ingilizcenin kaynağı olarak bu farkında olmadan yapmış olduğum doğru tercihi gösterebilirim). neden olduğunu bilmiyorum fakat bu isteğe cevap olarak abimin kasetlerinin arasından bulduğum pentagram'ı verdim bünyeye. daha sonra ilerleyen ortaokul yıllarımda en sert, en uç metal müzik türleriyle tanıştım. çevremdeki heavy metal insanları da basit bir yargıyla genelde ikiye ayırabilmek mümkündü:

1- heavy metale pentagram'la başlayanlar
2- heavy metale metallica'yla başlayanlar

bu insanlarla genelde gittiğimiz çay içip, stüdyoya falan girdiğimiz yer, önceden ruhsatsız bir şekilde faaliyet gösteren, sürekli polis tarafından basılan bir studio/café idi. sonra bu olaylardan usandıklarından olsa gerek ruhsat aldılar kendileri. işte orayı işleten insan... Elif abla...

her zaman sert kız imajını benimsemiş olan Elif, yıllar boyu çeşitli, başarılı-başarısız bir çok grupta yeri geince bateri çalmış yeri gelince vokal yapmıştı. bence her ne kadar ikisinde de düşündüğü kadar başarılı olmasa da, dedim ya sert kız imajı vardı... sürekli siyah giyerdi, apartman topuklu ayakkabılarını hiç ayağından çıkarmazdı, göz altları ve dişleri her zaman siyah olurdu(sanırım sigaradan)... ne kadar yetenekli olduğu, giyimi, tipi pek önemli değil ama ben ve benim gibiler için önemli olan böyle bir müessesede çalışmasının gözümüzde bir yeri vardı. taa ki bugüne kadar...

her şey sıkıntıdan kanal değiştirmemle başladı. kanalları seri şekilde "+" tuşuna basarak geçmekteydim. ama o an... olmamalıydı... kanal 1'de demet akbağ'ın sunumuyla renklendirdiği(!) yarışma "süper aile"yi gördüm. demet akbağ'ı zaten sevmem... yanında onu göreceğimi hiç düşünmemiştim. olmamalıydı... üstelik "tellioğulları" ailesi olara yarışmaya katılmış bir ekipte yer alıyordu, soyadı tellioğlu değildi. acaba evlenmiş miydi? sanmıyorum. ayrıca 450'ye karşı 87 gibi bir puanla yenilen taraftaydı. eski sert kızdan geriye sadece kırmızı siyah çizgili, avril lavigne tarzı bir tshirt kalmıştı. ancak o kadar sertti çünkü...

not: fotoğraf temsilidir. şahısların Elif'le alakası yoktur.

basınçlı kaplar (ya da kadınların "yeter beh!" dedirten sorunları)




artık her reklam kuşağında 3 tane hijyenik ped ve 4 tane kadınların şişkinliğini alan prebiyotik besin reklamı görmekten sıkılan ben, haykırmak istiyorum.

neden? neden bunlar gözümüze gözümüze bu kadar sokulur hale geldi? ped meselesine alışığım orkid reklamlarıyla büyüyen bi genç olarak ama bu gaz meselesine alışmayı reddediyorum. en son gördüğüm ilgili reklamda "kış gitti ama şişkinliğim gitmedi" diyen bayana bi çift sözüm de var... zamanında boğazı kesip spor yapmaya başlasaydın hiç bi şeyin kalmazdı. sürekli ye-otur ye-otur tabi şişersin be kadın! ona vevap veren, şişkinlik hissinden kurtulmuş kız da akıl veriyo elindekini gösterip "sen de benim gibi bundan ye şişliğin insin". sen de sadece ondan yesen veya sadece herhangi bi hafif besin tüketsen pizzayı, iskenderi bırakıp, sen de şişmezsin sanırım. ayrıca nedir bu spice girls'ten beri iyice büyüyerek ilerleyen "girl power" tarzı toplu hareketlenmeler. neymiş, activia hareketiymiş. ne yani? rahatlamak için toplanıp beraber çok afedersiniz gaz mı çıkartacaksınız? reklamları denetleyen bi kurul varsa bu takım şeyleri engellemeye davet ediyorum görevlilerini. kadınlar her türlü saçma olayda bi dayanışma moduna geçmekten de vazgeçsin artık rica ediyorum.

beauty is a curse (ya da şişe efes)


neden? neden ben bu estetikten yoksun şeyi bu kadar güzel görüyorum? aşık mı oldum yoksa ona? ama asıl güzel olan şey, onun hiç bi zaman değişmek gibi bi ihtiyacı olmaması... kendini böyle güzel buluyodu belki de... rakipleri ne yaparsa yapsın o bizleri yine peşinden koşturmayı başardı. evet, şişe efes... odundan az, reha muhtar'dan çok estetik bi görünüme sahip kutsal cam parçasının yarattığı hipnotik etkiyi kimse göz ardı etmemeli. içki içmeyen eski ev arkadaşım bir gün dolabı açıp diğer ev arkadaşımın miller markalı sarı suyunu görüp "namussuzun rengi süper hacı" dediği anda gözlerime inen perde kalktığında elimi yüzümü kan içinde buldum... o da karşımda, yerde boğazı kesilmiş bir biçimde yatıyodu. sonra arkamdan gelen "deus ne yaptın!!!" sesine doğru salladığım kırık şişeyle boğazını kestiğim diğer ev arkadaşımın yere düşmesiyle kendime geldim. meğer ev ark. no. 1'in ilk cümlesinden sonra anime tarzı bi rüyaya dalmışım. sonra 1 numaraya dönüp "önemli olan tadı arkadaşım" diyerek (arkadaşım yerine bi küfür kullanmış olabilirim, emin değilim) içten içe "o zaten ne anlar, içmiyo bişey yapmıyo" dedim ve efesin biradan anlayanların gözündeki liderliğini korumasını sağladım.

odamdaki dev camın önünü , 1.5 metrelik kalorifer peteğinin üzerini süsleyen güzel şişeler... sizi seviyorum...

haftasonu gezmesi (ya da öeh)


yaşadığım yerde üniversiteli genç çiftlerin gelenek haline getirdiği çok ilginç bi adet var:

sevgiliyi elinden tutup bilimum markete bakkala gitmek. yerleşkenin meydanında bulunan büyük market tam bi mabede dönüşmüş durumda... içeri el ele giren sevgili sayısı gün geçtikçe artmakta... model olarak ele alınan bu mevzubahis sevgililerin yüz ifadeleri, yürüyüşleri, giyimleri gibi paramatreler değiştirilerek göz önüne alındığında hayatlarına dair bir çok bilgi edinilebilmekte. peki bu insanların amacı ne?

yaşadığım şehir zaten insanlara yapabilecek pek bi şey sunan bi yer değil, bu genç çiftlerimiz de evde oturup tv izleyerek ya da bilgisayar başında oturarak zaman geçirme alışkanlığına sahipler. yani çifti olmayanlardan farklı pek bi yanları yoktur. bahsettiğim marketin yanında bulunan otobüs duraklarında, otobüs beklermiş gibi yaparak gerçekleştirdiğim kontrolsüz deney sonunda vardığım neticeleri sizinle paylaşmak istiyorum.

- en şık kıyafetlerini giyerek bu görevi icra edenler:
+ yüz ifadesi :( olanlar: başlanması yanlış olan yeni bi ilişki sahibi çift
+ yüz ifadesi olmayanlar: yeni olmasına rağmen monoton ilişki sahibi çift
+ yüz ifadesi :) olanlar: yeni, mutlu, umutlu her şeyi beraber yapmak isteyen çift
- evde giydiği kıyafetleriyle bu görevi icra edenler:
+ yüz ifadesi :( olanlar: birbirinden kopmakta zorlanan, bıkkın çift
+ yüz ifadesi olmayanlar: bu tarz aktivitelerle vakit geçirmeye çalışan, bugünü de kurtardık diye düşünen çift
+ yüz ifadesi :) olanlar: tanımlanamadı...

görüldüğü üzere burda çeşit çeşit ilişki mevcut, seçin beğenin yaşayın...

not1: temsili market olarak migros seçilmiştir, aslında kipaş'tır kendisi.
not2: deney süresince hiç bir sevgili çift zarar görmemiştir.

aslında bir konu var... (ya da yerli malı haftası)

geç de olsa keşfedebildiğim güzel şarkı... ne zamandır bu kadar güzel yerli malı şarkı düşmemişti buralara... herkes dinlesin herkes faydalansın...

aslinda bir konu var- yasemin mori


videoda emeği geçenlerin beynine sağlık...

milli takımın zaferi (ya da büyük saflık) - I


milli takım kazandı, peki bize ne oldu?

- arda "şimdi şükretme zamanı" ve milliyetçilik duyguları üst düzeyde olan bir insanım" laflarıyla (ki hakan şükür'ü ve nicelerini de biliyoruz) bizi şaşırtmadı. cemaate teslim olmuş bi milli takımımız olduğunu bi kez daha gördük.

- fatih yavşağı yine kendisi bi şey yapmış gibi artistlik taslamaya ve tuhaf mimiklerini sergilemeye başladı.

- milletiyle, devletiyle ülke iç dış her türlü borç içinde yüzerken bu oyuncular rica minnet, poz yapa yapa bir nevi vatani görev icra ediyolar... ve üstüne eşşek yüküyle prim alıyolar, o yavşak fatih de alıyo evet.

- ayrıca fatih yavşağı diğerlerinden farklı olarak eşşek yüküyle maaş da alıyo, ki kızına o kadar harçlık veriyo ki bir bağış programına telefonla katılan kızı "harçlıklarımdan biriktirdiğim 10000 ytl'yi bağışlamak istiyorum" diyo. bunu duyanlar genelde "bak yaw, nasıl da bağışladı o kadar parayı, harbi kızmış" diyolar, pek az insan "harçlıktan 10000 ytl para birikir mi ulan eşşoğlueşek" diye düşünüyo.

- michel platini'nin türk milli takımıyla ilgili yorumu attığımız(!) her goldekulaklarımda çınlıyo: "siz bi de milli takıma para mı veriyosunuz?"

- fatih yavşağının astronomik maaşı bi aralar çok gündeme geldiği zaman "maaşımı bir hayır kurumuna bağışlıcam lan ("lan"ı ben uydurmuş da olabilirim)" demişti, fakat sonradan hiç haber çıkmadı. noldu o para?

gol attık, kazandık, tur atladık, eee?

nlp gerçeği (ya da kendine gaz verme) - I



Güzel görüp, güzel düşünüyorum
Hayattan lezzet alıyorum
Negatif limanlarda durmuyorum
Pozitif sulara yelken açıyorum

(anonim nlp şarkısı)

bu şarkıyı üstüste 20 kere dinledim ama ne bi aydınlanma, ne bi relax olma durumu, ne de bi kıpırdanma hissettim. bu kadar mı fasa fiso şeyden sektör oluşturulur. aklıma hemen cem yılmaz'ın "içinde içinde" diye dalga geçmesi geliyo. ne içinde anasını satayım, kendi kendine gaz verebilir mi bir insan, ki başkasının gazına gelmek de ayrıca saçma bir durumdur o ayrı. herkes tutturmuş bi yol... ne zaman ki millet uğraş olsun diye, para harcamak için ne yapacağını şaşırdı bu tarz kişisel gelişimdir, nlpdir, yogadır yasladı paraları, adamlar aldı yürüdü.

bi de utanmadan şarkısını da yapmışlar, her sabah kalkıyosun, atıyosun playera "güne güzel başlıyosun". ben de yapıyorum aynı şeyi ama niye işe yaramıyo, çünkü ben yemiyorum. hatta ilk yazımı da bu şarkıya gönderme yaparak noktalıyorum ki durumu iyice açıklasın. saygılarımla...

sağa bakıyorum, sola bakıyorum
her şey aynı, sıkılıyorum
kendime gaz vermeyi reddediyorum
hayattan gram zevk almıyorum...